28 Nisan 2013 Pazar

ne mi oluyor?

-yedi gün yirmi dört saat içiyorum. (bunu yapmayı çok istiyorum, matara alacağım) -yedi gün yirmi dört saat çalışıyorum. -yazı yazmamak için, müzik dinlemeyi bıraktım. -elim hep bardağa uzanıyor. baş ucumda kitaplar dururdu, artık rom duruyor. -iki sayfa kitap okuyunca çok mutlu oluyorum. -uykularım delik deşik. (içtiğim zamanlar hariç) -insanlara hep çok güzel şarkılar var diyorum. -gerekmedikçe konuşmuyorum, sevdiklerimi daha çok seviyor, sevmediklerimden daha çok nefret ediyorum. -özlem denen şeyin damarlarımı sökercesine çekiştirmesinden rahatsız oluyorum. -eve geldim, babam kanepede uyuyordu, yerine yatırdım. 10 dakika sonra “seni görünce uykum kaçtı” diyerek önümden geçti. salonda son ses televizyon izliyor. -redbull ve rom çok yakışıyorlarmış. -what’s the matter with you lately? -haftaya tamamen yalnız olacağım, evde yalnız, şirkette yalnız (rüya gidiyor), sokakta yalnız. belki çarşamba arzu ve serhat gelecekler. o güzel olacak. serkan ve cana da salı günü gelecekler, balkonda çok denişik şeyler yapacağız. yine rom içeriz, ne denişiği. -biraz iyiye gitmelerdeyim. bir tek “yazma” konusunda dertlerim var. karaciğerimle de konuşmak lazım bir ara. o bu duruma ne diyor acaba.

ali efe geliyor 9 mayıs'ta. küçücük ayakları olacak. ne kadar salak bir şey olacak ya. ben o olacağım, onun için olacağım. canım ali. 

cansu neler yazmış. neler öyle. 

26 Nisan 2013 Cuma

"Güzel şeyler düşünmeme rağmen
Ağlamak geçiyor içimden..."

Uzun koridorların sonunda açtığım kapılar bir ışık hüzmesiyle beni o kitaplardaki mavi yeşil cennet bahçelerine çıkarsaydı ne olurdu. Cevabım yine kendimde, hiçbirşey. Büyük bir tespit gelecek ardından ey okur, sıkı dur. Çünkü biz insanoğlu tatmin nedir bilmiyoruz. Bu bizim suçumuz mu, bence hayır. İnsan istek ve arzularının sonu yok. Hayatta en çok dilediğim şey diye aklından geçirdiğin, o an gerçekleşiverse biraz sonra ondan da sıkılacaksın. Ama hayal etmeden de yaşanmayacağı konusunda hemfikiriz. Yani sonsuz bir talep, imkanlar doğrultusunda arzlarla yola devam ediyoruz. Çok ekstrem değişimler olmadığı sürece böyle sürüp gidecek.

Oktay Rıfat'ın üstte yazdığım iki dizesi, 7 kelimeden oluşuyor ama içimde ilginç bir noktaya dokunuyor. Bunu neden yazdım. Bilmem. Belki şehre bir film gelir bir güzel orman olur yazılarda.




24 Nisan 2013 Çarşamba

Beni bırakın bu caddelerde

Beni bırakın bu caddelerde.

Değişimin bünyemde sarsıcı etkisini yarattığı kustal Çarşamba'm. Sen de böyle yapma ne olur. Zaten hiç kolay değil, bir de sen gelme üstüme.

Tozlu raflar neden tozludur bilir misiniz? Zaart yanlış cevap; temizlenemediğinden değil. Hiç dokunulmamanın verdiği hüzün birikir üstlerine.

Güneş içimi ısıtmıyor, gölgeler çok soğuk, üstüm çok ince. Kaldırım taşları ayak tabanıma bir hikaye anlatıyor ve bunların hepsi bana seni hatırlatıyor.

Ağzında iki kelimeyi zorla çıkaran kadın; seni bir vadiye götüreceğim. Kelebekleri salacağım üzerine. Çığlık atman üstündeki yorgunluğu alacak. Yenileneceksin. Daha kıvrak konuşacaksın artık.

Beni bırakın bu caddelerde. Arkanıza bakmayın.

Bahar telaşı değil, kış istiyor canım. Bu son dediğime inanmayın.

Hala yapılamayan Kadköy'ün cefakar kaldırımları... Ben bunları yazarken de bitmiş olamayacaksınız.

Beni diri tutan, beni ayakta tutan, yıkılmama izin vermeyen bütüün hücrelerim. Size sesleniyorum; Levo benim için söylesin bu sefer. Hadi ama. Beni bırakın bu caddelerde.

20 Nisan 2013 Cumartesi

De'li

Rüzgarın yüzüme tersten vurduğu günlerden biriydi. Aklımda yarım bıraktıklarım, dilimde hiç sevmediğim bir şarkıyı mırıldanıyordum. Kendi kendimin filozofuydum. Düşündüklerim dipsiz bir kuyuydu. Sonunda hep aynı cümle bağrılıyordu içimden dışıma;
- Bunları daha sonra düşünürsün.
- Daha sonra?
 - Muhtemel bir uyku öncesinde mesela.
Mehmet Eroğlu sokaklarının hepsini bildiğin bir şehirden artık gitme vaktin gelmiştir diyor. İyi de bir şehrin sokakrlarının hepsini nasıl bilebilirim dedim. Aptallaşma. basit düşünüyorsun yine dedi. Sonra sonra anladım ki, şehrin sokaklarını,gitmeden tahayyül edebiliyorsan defol git o şehirden.
Biz içimdeki sesle, ki pek akıllıdır kendisi, böyle münakaşalar halindeyiz.

Ne diyorduk? hah, yaşanmasa da olacak kadar sıkıcı bir günde, bu şehirde, yağmur mu yağacak yoksa güneş mi açacak anlaşılaman bir havada rüzgarla doyuyordum. Yürdüğüm caddenin üzerinde yayaları çok düşünen belediyer tarafından konulmuş banklardan birine oturdum. İnsanları izlemek bazen film izlemekten çok daha güzel olabiliyor. Bir senaryonun içne bulunduğum yerdeki insanları monte ediyorum. Lütfeeen, deli değilim ben! Bazen pek karmaşık bir hikaye ve saçma sonlar olsa da kendi filmimin senaristi ve yönetmeniyim bu noktada.

- Ne kadar bencilsin.
- Tamam. Seni yok sayamam. Nerdeyse bütün güzel fikirler senden çıkıyor.
- Hh şunu bileydin.
- İyide sen benim içimdesin zaten. Yani bunları dışardan dıyan insanlar senin fikrin olduğunu hiçbir zaman bilemeyecekler.

ONu hiçbir zaman alt edemedim.
Böyle günlerden birinde bankta otururken yanıma gençten bir kadın oturdu. Fena sayılmazdı. Ah Freud bir söylediğinde de yanıl ne olur.
- Merhaba dedim.
Ona selam vermeme çok şaşırdı. Ne yani onca boş bank varken gelip buraya oturuyorsun selam vermezsem bu bankta oturmanı nasıl anlamlı kılabiliriz.

- Merhaba.
- Saat kaç? dedim. Sorduğum soruya bak. Alakasız noktalardan girersem sanki daha çabuk kaynaşırmışız gibi geldi nedense.
- İkiyi yedi geçiyor.
- Parmaklarınız ne kadar ince.
- Efendim?
- Parmaklarınız diyorum. Dikkat edin.
- Ne diyorsun be adam.

Evet sonunda beni farketmesini sağlayabilmiştim.

- Adın ne?
- Sanane.
- Benden hoşlanmadın.?

Kalkmaya yeltendi kolundan tuttum. Yardım çağıracak sandım ama düşündüğümü yapmadı.

- Bıraksana be. Bana bak birazdan abim gelecek. Bir söylersem ağzınla burnun yer değiştirene kadar döver seni.
- Kaç yaşındasın sen?
- 21. Sanane diyorum gerizekalı.
- Dayak ince bir mevzudur böyle çocuksu tasvirler ona yakışmaz. Yaşının küçüklüğüne veriyorum.
- La havle. Deli misin arkadaş sen?

Bir anda banktan kalkti ve dönüp bakmadığım tarafa doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı.
Deliler ve dahiler Kova burçlarından çıkarmış ama ben Kova Burcu değilim. Ben deli de değilim.
Sen hem salak hem de delisin. Götür beni burdan.
Ağır adımlarla caddenin sonuna doğru sallanarak yürüdüm.Rüzgarın yönü değişti. Güneş açmadı yağmur bastırdı bir ara. Bu şehirden gitme vaktidir dedim romantikçe kendi kendime.
 oğlum sen harbiden delisin kız haklı. Dedi.



.






17 Nisan 2013 Çarşamba

Ankara, Şinasi ve Akün üzerine...

Ankara'da doğdum. Ankaralılık biraz hassasiyet gerektirir. Ya çok sevilir ya sevilmez ama bu kentin sakiniysen söylenenlere karşı tetikte olmalısın.
Atatürk Ankara'yı başkent ilan ederken İstanbul kadar alımlı olmadığını elbetteki biliyordu. O, adaletli bir baba gibi albenili olan kızının yanında ona nazaran daha vasat olan kızını onore etmek için bu ünvanı Ankara'ya verdi. Bu biraz masalsı kısmı tabi. Ankara'nın Anadoludaki coğrafi konumunu şu an göz ardı ettik.
Bir keresinde teyzemle inanılmaz bir tartışmanın içine girdiğimi hatırlıyorum. Çocuğum o zamanlar,sokağımızın karşı kaldırımı benim için uzayla eş değer. Tartışma, Ankara'nın en çok nesi var İstanbul nesi absürdlüğündeydi. Teyzem beni kızdırmayı seviyordu. Bense Ankara'nın şerefini kurtarmaya çalışıyordum kendimce. En sonunda abim nafile çabama ve dolan gözlerime dayanamayıp, boşa çabalama Ankara ve İstanbul'u kıyaslayamazsın demişti. Çocuktum ama salak değildim. Bende biliyordum gerçeği. Sonra yaşım büyüyüp karşı kaldırım dar gelmeye başlayınca şehrin başka sokaklarını keşfetmeye başladım. Güvenlik caddesi Yazanlar sokağının parke taşlarının dizlerimde izi vardır. Kuğulu Park'ta ergenliğimiizn ilk deneyimlerini yaşadık. Bahçeli 7.caddeyi bir kere uçarak yürüdüm mesela.
İlk sinemaya babamla Cumhuriyet filmine gitmiştik Akün'de. İlkokul ödevimdi. Muazzam bir duyguydu. Ara ara tiyatro ve sinemaya gittiğimde aklıma, boyumdan yukarılara, bana uçsuz gelen tavanına baktığım an gelir. Yani Akün'ün yeri bende başkadır. Akün Ankara'dır, Atatürk Bulvarıdır, Tunalıdır. Sonra Devlet Tiyatroları sahnesi oldu, bambaşka bir anlamı oldu.
Şinasi Sahnesi ise profestonel anlamda ilk oyunumu oynadığım sahneydi. Kulisi bile hatırımda. Kırmızı halısından inerken kendimi nasıl da önemli hissetmiştim.
Şimdi EMEK YIKILMASIN derken Akün'ü hatırlıyorum. Emek'e dari bir anım yok malesef ama insan bir şehirde yaşadığı anıların hiçbirinden kopamaz. Zaman eskitmez ve onlar hep durduğu yerde kalacaktır.
Ben büyüdüm. Ellerim, adımlarım, hayallerim büyüdü. Akün'ün tavanı o kadar devasa gelmemeye başladı. Şinasi'nin merdivenlerini üç adımda çıkmaya başladım. Ankara'dan taşındım.
Akün ve Şinası benim çocukken teyzeme karşı ümitsizce savunduğum Ankara'm.
Şimdi pek seviyeli bir ilişkimiz var kendisiyle ama biz birbirimizin sırlarını biliyoruz. Kopmamız mümkün değil.
Ankara'yı menfaatlerine alet eden insanları hiç sevmedim. Ve onları hiçbir zaman affetmeyeceğim.

Velhasılı beyler, Akün'ü ve Şinasiyi satamazsınız. Dokusuna hiçbir katkınızın olmadığı bu bozkırın sayılı kalmış tarihi değerleri satılamaz, yerine AVM yapılamaz!
Ankara'yı rantsal emellerinize alet etmeyiniz.



16 Nisan 2013 Salı

bir dustin gerçeği var.


-bugün dustin o'halloran'ı ne kadar sevdiğimi düşünmek için kendime 10 dakika ayırdım ve çok mutlu oldum bu durumdan. gidenin arkasından su dökmeyin, kimse su gibi yol alamıyor çünkü, tıkanıyor o yollar.

yarın çok çori çori hamgorise, yakenenge, çuke çuke bir gün olacak. perşembe yollar gözüktü bana. havalaanlarında beklemeler, güvenlik kontrolleri, uçağın kalkması ve inmesi. kulaklarımın ağrısı. hepsi gözümde büyüyorlar. ama uzaklaşmak bana çok iyi gelecek eminim. bavul hazırlamak. mutlaka bir şeyi unutmak. gideceksin dediler. gidiyorum. 23 nisan yoğunluğuna rağmen. her şeyi yarın yapmaya çalışıp, ufak çaplı sinir krizleri geçireceğim. sonra gün bitince biraz heyecanlanacağım. slovenya çok görmek istediğim bir yer, liseden beri hem de. gideyim de çok güzel yazacak şeylerim olsun. içim ferahlasın.

facebook'ta bir candy crush çılgınlığı gidiyor, ben kendi kıraş ağlamaz diyorum içimden her gördüğümde. bu akımlar beni benden alıyor zaten. daha güzel yazacak şeylerim olacak, biraz yorgunum ağzınız tatlansın, siz de dustin'i sevin, ellerine aşık olun. dustin dileyin. dustin var bu dünyada diye sevinin.

Bir iş görüşmesinde söyleyemeyeceklerim (1)

Kalabalığın sesi kulağımı tırmalamaya başladığında aklıma bir Zuhal Olcay şarkısı gelir. Hangi şarkısı olduğunun o esnada pek önemi yoktur. İstediğim yerlere o anlık götürsün ve getirsin isterim.

Kapalı havalarda bu şehirde bir garip Orhan Veli şiiri olsaydım, her sabah siz uyurken gökyüzünü maviye değil su yeşiline boyardım ya da yavru ağzına.

Burç yorumlarının reçetelerden daha makbul olduğu bu günlerde yıldız haritasını çıkartmak için 300 lira verecekmiş bir arkadaşım çook ünlü bir astroloğa. Oysa ben sadece yıldızları görmek için uzanabileceğim bir iskele ve biraz yaz kokusu arıyorum.
Yazın gelmesini hem istiyor hem istemiyorum.

En büyük hayalim Fidel ölmeden Küba'ya gitmek ve bungee jumping yapmak. Hangisi daha büyük diye sormayın, bilmiyorum.

İzleyemediğim filmlerim, okuyamadığım kitaplarım ve banyomda hiç açmadığım bir diş fırçam var.

Bu yazdıklarımı bir iş görüşmesinde söyleyebilmeyi çok isterim. O zaman pek saygı değer işverenim gerçek ben'i tanırdı. (gülme Nazlı)

Eskiden biriktirme huyum vardı şimdi ise ne görsem çöpe atasım geliyor. Sonra durduk yere çöplerin doğada nasıl çözüneceğini düşünüp üzülüyorum. Kızılderililere bir selam yolluyorum içimden.

Bir gün sinirlenip mutfakta yere bir bardak atmıştım sinirim biraz olsun geçsin diye. İlk saniyeler muhteşem bir duygu hissettim ama toplarken canım çıktı bu seferde bardağı yere attığıma sinirlendim. Anladım ki, sinir nöbetleri için spesifik nedenlere ihtiyacım yok.

Yol ayrımlarını düşündüm. Sanırım hep düşünüyorum. Neden ve niçin burada olduğumu. Yeni boyanmış bir apartmandaki keskin tiner kokusunu, havanın ısınmasıyla evimi evleri haline getiren yaz karıncalarını...

Mevsim dönecek bahara kış onu rahat bırakırsa. Aklıma gelmişken Bodrum'un erguvanları ile İstanbul'un sümbülleri ayrı ayrı pek güzelken yan yana aynı güzellikte olmaz, olamaz.

Bir şarkı tuttum bu bahar için. Beklentilerinizi karşılayamayabilirim. Gönderiyorum.

Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin, hı ne dersin?

15 Nisan 2013 Pazartesi

gözümde canlananlar

-sabah çok zor uyandım ve gördüğüm rüyanın etkisinden çıkamayarak çok önemli bir karar aldım; çoraplarımı kirli sepetine atmak. sonra çoraplarımı kirli sepetine attım ve "alone again, naturally" söyleyerek yüzümü yıkadım. yüzümü bir kere yıkamak yetmedi, tekrar yıkadım. kendime gelmekte oldukça zorlandım. dünyanın durmasını istediğim çok fazla an yaşıyorum. durup tekrar başlasın değil ama. dursun ve öyle kalsın istiyorum.


-bazı toplantılara girdim. (whats the matter, odamın duvarlarını ele geçirdi) biraz güldüm, daha çok sıkıldım ama. insanlarla sürekli iletişim halinde olmaktan aşırı bir korku duymaya başladım. varlığımdan herkes haberdar, sanki tüm ülke benim çay ısmarlamamı bekliyor gibi hissediyorum. aynalarla karşılaşınca ödüm bokuma karışıyor. tek istediğim biraz unutulmak sanırım. kalp kırmaya başladım inceden. sevdiğim insanlar üzerinde bir test uyguluyorum sanırım, ne zaman "öff bu ne amk" diyecekler diye. sonunda diyorlar. sonrası başka yerin konusu.


-zamanında adımın storm olduğuna, trafik canavarı diye bir canavarın geceleri sokaklara çıktığına inanmıştım.

-sait faik abasıyanık'ın evine her hafta gitmek istiyorum sanırım bundan sonra. acaba benimle bir gelen olur mu? sonra da yan tarafındaki öğretmen evine gidip oturmak. yazı yazmak veya çoktan yazılmışı okumak istiyorum.

- gözümde hep şu sahne canlanıyor, dadaş otopartkayız, hacıemice salak salak hareketler yapıyor, sırtımızda çantalar, şortları giymişiz, terlikler şıpıdık,kahkaha atmaktan göğsüm sıkışıyor, arabaya binip, sertap erener dinleyerek yol alıyoruz. arada acıkıp abur cubur yiyoruz, ayşe uyuya kalıyor bir yerden sonra, onunla dalga geçiyoruz. tüttürüyoruz bir ara. yol bitiyor denizin dibinde, koşarak suya dalıyoruz. hala gülüyoruz ve de. hiçbir şey geride bıraktığımız gibi değilmişçesine. o yolun bir dönüşü yokmuşçasına.

-çekirdek çitliyorum ben. çok güzel.





14 Nisan 2013 Pazar

İpek mendillerimiz

"Oradan sana ne alayım?"
"Nesi meşhurmuş?"
"Bilmem."

Bir Pazartesi sabahına inat kontrol edilemez bir coşku vardı içinde. İmkan olsaydı, mesela Pazartesi günü bir A4 kağıdı olsaydı bu coşkuyu kağıdın köşesine zımbalamak isterdi.
Küslüğün insanın boyunu bir cm bile uzatmadığı bir dünyada, konuşmadığı insanları düşündü. O'nunla ise son konuşmaları böyle olmuştu.
Çemberimde Gül Oya'da sadece bilenlerin bildiği bir sahne vardır. Sultan Yurdanur'a söyler. "Bir ipek mendil kuruyana kadarmış dargınlık"
Biz seninle kaç ipek mendil kuruttuk beraber acaba diye seslendi asansörün aynasındaki kendine. Yüzünde az önceki o coşkuyu aradı. Neyseki tamamen gitmemişti. Aman!
Kapıdan çıkarken Haydar Efendiyi gördü. Bina Görevlisine efendi diyen kaç kişi kalmıştı dünyada. Başıyla kısa bir selam verdi. Haydar Efendi ona hiç küsmeyecekti. Belki oğluna azarı basacaktı sokak ortasında aklına estikçe. Yo hayır, pazartesiye inat elinde kalan coşku kırıntısı dağılıp un ufak oluyordu. Şu anda O'nu ve oğlunu düşünmeyecekti. Haydar Efendi kendisine hiç küsmeyecekti. Bu duygu bir insanı nasıl mutlu hissettirir bilemezsiniz. Gitti işte. Normalden bile fazla süren zımbalanmış coşkuyu söküp attı. Apartmandan çıkarken adımını atıp gökyüzüne baktı.

"Tamam. Şimdi mutlu musun?"

Sonrası klasik bir Pazartesi. Hatta Salı, Çarşamaba diye gitmekte. İnsan yüzleri, kuru ve endişeli kalabalıklar, panik, yalancı birkaç gülüş, bir içten kahkaha, sokak lambaları ve çöp arabası..

Hayat Brezilya dizileri gibi değilse mutluluğun tanımını yapmak oldukça zor ve göreceli. Herkes mutsuzlukluarına göre mutluluğu tarif ediyor. Sen ise konuşmuyorsun. Bu kadar olmaz ki. İçine atmaaa, biliyorsun işte dünyadaki bütün kötü hastalıkların sebebi bu diyeceğim geliyor ama sen içine atmazsın. Şaşırtıcı ama kendi içinden alıp benim içime atıyormuşsun gibi geliyor bazen. Olsun. Ben elimde tutuyorum ipek mendillerimizi. İpek mendil koleksiyonumuz olmuş anne. Hem de renk renk. Olsun. Ben ilerde konuşmadığımız günleri hatırlamayacağım. İpek mendillerden de kendime bir masa örtüsü yaparım. Diye düşündü kadın.


    Özür dilerim sevgili kahraman. Başka bir zaman belki.

12 Nisan 2013 Cuma

annemin tarif defteri


-bak bakayım, vişneli cheesecake yazmış mıyım?

günlerden, alıkların bahar zannettiği nisan soğuğu, elimde hiçbir zaman yazımın falan çıkmayacağı, saçma hayallere beş dakikalığına uğratmış dergi. yağmur biraz surata tükürür gibi düşüyor. trip'İn kapısından giriyorum.

-bize ne oldu emre? ne oldu diyorum. (sık sık cansu'nun bu isyanını yazıya serpiştireceğim) nazlı lütfen uyanır mısın?

trip'teki barmen beni görünce gözleri parlıyor. bir keresinde yine tek başıma otururken, yanıma gelip konuşmaya çalışan tipleri kovalamıştı ve bana "gel bara otur, bir bira ısmarlayayım" demişti. bara oturmuştum ve hiç konuşmamıştık. müzik dinlemiştik. kaan çaydamlı, the smiths gecesi yapmak istediğini o gün söyledi bence, çünkü ben hep the smiths şarkıları istedim. adamı abim gibi sevdim o anlarda. hala seviyorum. birayı normalden sekiz kat hızlı içtim ve derginin kapağını açmadığım gibi tüküren yağmura çıktım.

-emre bitsin bu lütfen, emre ne oluyor ya? emre diyorum, sana diyorum abi, gülmek istemiyorum. (yine cansu)

herkesin bere taktığı kış günlerinden biri, üzerimde aptal hoodielerimden yine. ayağımda spor ayakkabılar. "su alıyor mu acaba" bakışları delici. çığlık çığlığa içimde kavgalar kopuyor. nazlı yine kendini anlatamadı sayın seyirciler ve bugün başkan roosvelt'in ölümünün bilmem kaçıncı yıldönümü.


herkesin bere taktığı o gün, sen de bere takıyordun. oturmak için bana ayrılan tek yer senin tam karşına denk düşüyordu. herkesin bere taktığı o günlerde, içeri girilince bereler çıkarılır. senin beren kafanda duruyordu. bere sana çok yakışıyordu. "yani olmuyor, olmuyor" söylüyordu özge ve emir. bir gün emir'in sahnede özge'ye ettiği evlenme teklifini de yazmak için çok büyük bir isteğim var. o günü düşününce ruhum daralıyor biraz. yazacağım günü değil, teklif ettiği günü. emir iyi görünüyordu en son ama, biraz delirmiş gibi. biraz benim gibi. ama iyi görünüyordu. o halini sevdim. başladığımız cümleleleri ikimiz de tamamlayamayacak kadar alkolik olsak da, emir hala pilot olmak istiyorum diyebildi. bana "jetlag" denildiğini ben söyleyemedim.

hooray for love!

mutsuzluktan kemiklerim birbirine yapışıyordu, 404 etkisi. o yapıştırıcıları kullanırken dikkat edin, sıcak bir hava yayıyorlar etrafa. çakmakla yapıştırmak gibi iki eli birbirine. önce tenin yağları yanar insanlar yanarken. nazlı yine saçmaladı sayın seyirciler ve bugün bülent ecevit'in cenazesi milyonları ağırladı.. hooray. içimdeki hayranlığa biri dur demeli. etrafa bağırmak istemiştim. bereli kafanı tutup bir sağa bir sola sallamak istemiştim.

saatlerimiz ikiye yaklaşırken nazlı yine uyku sıkıntısı çekerek yazmaya başladı sayın seyirciler ve şimdi mavi taşşaklı maymunların nasıl zıpladığını izlemek üzere zanzibar milli parkındaki arkadaşımıza bağlanıyoruz. arkadaş, sendeyiz.


çoğu zaman dalga geçilen taraf olduğumu farketmek iyi gelmedi. kendimi bereyle, bere giyilmeyen bir mevsimde boğmak istedim şu an mesela. bütün ağzımdan çıkan kelimeler, yanarak birbirine yapıştı. biri ağzıma bir avuç çamur çaldı. emre diyorum, bir şey yapmamız lazım, kendime gelemiyorum ya, anlamıyor musun? bu ne?! bu ne?! nasıl bir kafa yaşıyoruz, istemiyorum ben bunu şu an ya! ah benim güzel cansu'm. beyazı fazla kaçırdık. beyazdan çok az kullanmalıydık.

gülerken gözlerim kapandığı için moralim bozuldu dün gece. çünkü insan gülerken, bir sebep arıyor on beş dakikadan sonra, yani bir şey göreyim de ona güleyim bari diye düşündükçe gülmek beni rahatsız etti. insan gülmekten bile sıkılabiliyormuş. bunu gördük. çok sıkıcıydı. kontrolümü yitirmek çok kötüydü.

anne, cheesecake tarifini yazmışsın, ama yarım kalmış, bir yerine parantez içinde "nazlı konuştu yazamadım" karalamışsın. anne sen çok garip bir kadınsın. tarif defterin çok eskimiş, yenisini alsak bunun içindekileri temize çekmeyeceksin, çünkü çekmeyeceksin. bunu kullanmaya devam edeceksin. annemin tarif defterindeki yarım kalmış cheesecake'e benziyorum kısaca. annemin, yırtık tarif defterindeki yarım tarif. hooray for love!

bere takmıştın, yağmur tükürüyordu, emir ve özge şarkı söylüyorlardı, cansu "emre ne oluyor ya" diye bağırıyordu, benim gülmekten gözlerim kısılıyordu, gördüğüm anda sana korkunç bir hayranlık duymuş olmam yapacaklarımdan korkmam sebep oluyordu, bere sana çok yakışmıştı. sana yarın kocaman sarılacağım. emir yüzüğü çıkarıyor, şule sandalye tepesinden çığlıklar içinde bağırıyor, ben belinden tutuyorum düşmesin diye, özge ve emiri alkışlayamıyorum, elimde hiçbir zaman yazılarımın falan çıkmayacağı dergi, "film yapmak için en son ihtiyaç para" durul ve yağmur kardeşler, celal'de babalarını görüp çekimi kesmişler. babamı özlediğim günlerdeki gibi ankara kokuyor istanbul. ayazın üç kuruş istanbul. annemle karaköy iskelesinde duruyoruz, annem birden "ne istedin istanbul veremedik, anlamadık ki anasını satayım" diyor. anne yeni vapur gelmedi ya tüh diyorum. ablamın elinden tutup bakkala gidiyorum, alışveriş yapıyoruz beraber. başak doğum günüm için iki tane cheesecake alıyor ve ilker bey bağırıyor ona, "herkese pasta, nazlı'ya neden cheesecake?!" başak "ama nazlı bunu seviyor ilker bey" diyemiyor. anne, cheesecakeler gibi yarım kalıyorum. bana bir tane bere örmeye başla. yaz çabuk geçecek. şuleyle yürürken muz kabuğuna basıyorum ve düşüyorum.(bu gerçek) nazlının düşüşünün yaşayan tek şahidi şuleye bağlanıyoruz sayın seyirciler. serkan annem hastaneye zemzem suyu götürdü, babamın dudaklarına sürmek için, kurumasın diye diyor, ölecek babam diyor. ertesi gün şuleden alıyorum ölüm haberini.ayşe chestar'a bağırıyor, pis köpek, masturbasyon yapmaktan başka bir boka yaramıyorsun. cana içip içip bana saldırıyor, başakla sürekli ağladığımızı görüyorum, ecem bozuk psikolojisini masaya yatırıyor. ben bölünüyorum, bölündükçe yarım kalıyorum. binlerce anı, birbirinden yıllarca ve kilometrelerce uzak binlerce anı. flaş gibi beynimde aynı anda yanıyor. oturup yazıyorum.

uzun süre yazmamak üzere.

10 Nisan 2013 Çarşamba

bir günümüz, bir gülünüz.


hava birden ısınmıştı. parmaklarımın bittiği yerler, dolmuş şöförü edasında kızarmaya başlamıştı. yazı sevmeme sebeplerimden bir başkası. sanki fight club'ım var ve birinci kuralı da ondan bahsetmemek.


cansu: yaz bakalım şu cv'yi.
nazlı: abi sana son derece dürüst bir cv yazacağım. mesela ben dürüst cv yapıyor olsaydım, hobilerim şunlar olurdu; dedikodu yapmak, ayşeyle gülmek, cansuyla herkesle dalga geçip gülmek, emreyle tüttürmek, duvara bakma şarkıları açıp, duvara bakmak. playstation oynamak, annemi kandırmak. bol küfürlü sohbetler etmek. insanlardan itinayla nefret etmek.
-
-
-
-


vapur son derece ciddi bir şekilde ilerlemektedir.

cansu: abi, sana şimdi beş bin verseler, ayağa kalkıp, pantolonunu çıkarıp, çantandaki basketbol şortunu giyermisin?

söz konusu şort;














nazlı: giyerim!
cansu: üç bine?
nazlı: giyerim!
cansu: iki bine?
nazlı: giymem lan o kadar da değil.

vapur hala tüm ciddiyetiyle yol almaktadır.

cansu: peki abi, sana onbeş bin verseler, şimdi vapurun ortasında işer misin?
nazlı: işerim.
cansu: vay anasını onbeş bine işedin. asdasdasd

cansu: peki sıçar mısın
nazlı: yok artık amk, olum sıçmak uzun bir eylem, kameraya çekerler, şort giymek ve işemek ne olduğunu anlamadan bitecek işler.
cansu: peki abi ya çişi kesemezsen.

vapur kadıköye yanaşır..

nazlı: cansu beni kaça vurursun?
cansu: nasıl vurmak, öldürmek mi?
nazlı: aynen, tek kurşun, hapis mapis yok, sadece birini öldürmüş olacaksın, o da ben olacağım.
cansu: ikiyüzelli bine vururum.
nazlı: dua edelim de kimse sana ikiyüzelli bin teklif etmesin amk.

soğuktan iyice afallamış şekilde minibüse bindik, cansu konuşmakta zorlanıyordu. minibüs şöförü ve yanındaki yamağı sürekli olarak ayfon beşten bahsediyorlardı;

cansu: nazlı şimdi kalkıcaksın, dolmuşçunun yanağına bir öpücük kondurup, çantandaki şortunu da kafasına geçireceksin.
ben gülmekten cevap veremedim ama bir süre sonra; "öperken yanındakine de ayfon beş çok iyi telefon" derim dedim.

cansu, vavien'de geçen içine atıyon atma diyaloguna şahit olmanın verdiği o haşmetli gururu yaşamakta ve beni deliler gibi güldürmeye devam etmekteydi. bir ara durup, "yol uzun güzergah zorlu" diye birhan keskin şiirlerine uğradık. geçerken uğramadık, aklımıza geldi, gittik ve döndük. cansu'ya ilk defa kendi yazdığım bir yazıyı okuttum hem de sesli okuttum. çok güzel okuyor şerefsiz. öyle duyunca çok mutlu oldum. hasımların bayram etsin diyeceğim, o da bana "sen mutlu ben mutlu işte armutlu" diye cevap verecek.

dolmuş yolculuğunun bir yerinde

nazlı: cansu, abi cana bi ilaç kullandı saçlarına çok iyi geldi biliyor musun, çok az saçı vardı, şimdi fışkırıyor.
cansu: aa sen cana ile konuşuyor musun ki?
nazlı: yani, aslında hayır ama ne bileyim. öyle bir ilişkimiz var ki ancak bunu sormak için ararım.


böyle gülmeler ilaç gibi geliyor. nazan öncel çok seviyoruz, gidelim buralardan şarkısını farklı şekilde yorumluyoruz, ya eğilir, ya eğilmez kimse üzülmesin.

beni geçirmeye, kardeşim eğilmesin.
söğüdün dalları bugün eğilmesin.
gidelim buralardan, eğilemiyorum. 

İtinayla Doğal Gözlem Yapılır Ulen!

Doğal gözlem yapmak isteyenler, herhangi bir şehirde sabahtan öğlene kadar toplu taşıma aracına binerek kendine yeterli malzemeyi toplayabilir. Nuri Bilge'nin falan ne yaptığını zannediyorsunuz ki.
İstanbul'da metroyu şu sıralar sık kullanan biri olarak rahatlıka söyleyebilirim ki, umutlu girdiğiniz yeraltı treninden az sonra intihar edecek biri olarak çıkmanız kuvvetle muhtemel.

Sabahın kör vakti -bu kavram herkese göre farklılık gösterebilir- ifadesiz bakan gözler, allah belamı verse bile bu çileden kurtulamayabilirim duruşu ile bir yerlerden bir yerler telaş içinde hareket ediyoruz. Sosyal medya müptelaları olan biz, yeraltında çekmeyen internet ile iyice bohemlere sürükleniyoruz. Taktığın kulaklık ve dinlediğin müzik bir noktandan sonra yeterli gelmemeye başlıyor. Şahsen ben her sabah kafadan 4 ila 5 klip çekiyorum metroda. Laf aramızda birçok kişiye fikir verebilecek kıvamdayım, neyse.

Göz göze gelirken kendince özgüven denemeleri yahut başını yerden kaldırmadan konsantre halde bir noktaya kitlenmek. Bu bir nebze daha iyi, uykusunu oturduğu koltuğa taşımış yastık arayışında, ümidi senin omuzlarında arayan diğerlerine göre daha rahat insanlara da rastlayabiliyoruz.

Ama kanımca toplu taşımada yaşanan en büyük sıkıntı, binenlerin inenlere öncelik tanımaması. Birkaç kez inecekken üzerime atlayan insanlara öğretici bir edayla söylemeye çalışsam da, şehre toplu bir konferans dahi verilse kimsenin bunu ipleyeceğini sanmıyorum. Çünkü herhangi bir araca binecek telaşlı kent sakinleri oldukça bencil bu hususta. İneni bekleyemem, illa bineceğim arkadaş! dercesine.
Aslında bb.r çoğumuzun sabah işe giderken bindiği otobüs,dolmuş.metro vb. toplu taşıma araçlarında bakarken, görmediğini de düşünüyorum. Yani 'ee sabah işe nasıl geldin, yolculuk nasıldı?' diye sorulsa suratınıza bön bön bakmayacak insan yok denecek kadar az.
Neyseki benim hayalgücümü zorlayan sabah kliplerim var. Akşam yolculuklarım daha melankolik. Bundan yola çıkarak kendi psikolojik analizimi yapacak değilim. Zira konudan sapmak istemiyorum.
Özetle, sabah, kuşluk vakti, öğlen, ikindi, akşam, gece bir yerlerden bir yerlere giderken çevrenizdekilere bakın, uyuyanlar hariç.

Belki de bir gün karşılaşırız. Sizi temin ederim ki, kendimi belli ederim. Suratımda anlamsız bir ifadeyle kimbilir hangi şarkının kısa metrajındayımdır.

Şimdiden iyi gözlemler.

9 Nisan 2013 Salı

insan akıllanır mı?

belli bir yerden sonra akıllanmıyorsa insan, aklı yoktur belki. akşam 9'da ayrıldığım toplantıdan ağlayarak çıktığım için çok yorgunum mesela, annem telefonda ağladığı için çok yorgunum mesela. iyi vakit geçirdiğim yerlere abandıkça bölünüyorum. bölünmek iyi bir şey değil. bir süre kendimle kalmak istiyorum. sessiz kalmak. uyumak uzun saatler boyunca. bunlar istediklerim. ben bir şey demeden karşımdaki bunu anlasın istiyorum. vay. vay benim başım. kim olduğumu, nerede ne yapmak istediğimi artık pek bilmiyorum. bilmiyorum.

beni yormayın istiyorum. bir 10 dakika beni anlamaya çalışın istiyorum. çok yorgunum ve daha çok yoruluyorum. müzik dinleyerek kendimi öldürmeye çalışmalarım sonuç vermiyor. uzun uzun kabuslar görmekten de yoruldum. neler anlatıyorum ya.

ben artık bölünmeyeyim. net olsun her şey. bazı şeyleri biraz anlayın. yoruldum çok. sessiz olun biraz. 


8 Nisan 2013 Pazartesi



KELİMELERİ ÖZGÜR BIRAKIYORUZ



Bir yerden başlıyorsun işte. Bizde başladık. Girizgahı hiç sevemedim ama insan sevmediği şeyleri de yapmayı çocukluğundan itibaren öğrenmeye başlıyor.

Yazmak mevzuu ince bir mevzu. Okumaksa yazmaya göre daha az ince. Bu ikisine uzaktan bakan insanları anlayamayacağım hiç. Niyetim kimseyi yargılamak değil de garipsiyorum.
İlham diye birşey var mı bilmiyorum ama yazma dürtüsü nedense en yazamayacağım zamanlarda geliyor. Biz bu sefer Nazlı'yla durmamaya karar verdik. Kelimeleri özgür bırakıyoruz.


Girizgah bu, fazla uzatmayacağım. Az sendromlu Pazartesilerde, kaybolan eşyanın ansızın bulunduğu günlerde, gitmekten hep mutluluk duyduğun yerlerde görüşelim. 

7 Nisan 2013 Pazar

bir ihtimal daha vardı, felaket oldu

-cansu, viski kola mı yapsak lan?
+ yok abi, sana yapalım
- beraber içemeyeceksek, ne anlamı var?


sabah kalktım, bir kaç insanla kahvaltı ettim. sonra bir kaç insan gitti. rüya aradı. uyandın mı, günaydın rüya hehe. vapurla büyükadaya gittik, sonra heybeliadaya gittik ve balık yedik. sonra burgazadasına gittik ve sait faik'in evini ziyaret ettik. evde hiçbir şey yoktu çünkü tadilat vardı. içeri girmemize izin verdiler ve boya kokusundan başım ağrıdı. sonra çok şeyler konuştuk. rüya biraz ağladı. sonra, of sonrası güzel şeyler işte.

sonra cansu'ya geldim. önce dertleştik, sonra planlar yaptık, sonra nazan öncel dinelemeye başladık. garibaldi durumlar söz konusu. blog açalım dedik lan. niye açmayalım dedik yani. iyi dedik. adını da noldu canınız saolsun koyalım dedik, niye koymayalım ki dedik yani. sonra açtık ve koyduk. güzel olacak. heyecanlıyım çaktırmıyorum baboliye.

sonra ben bunu yazarken mesajlar geliyor, ben o mesajları başkasından geliyor sanıyorum ve çok kötü oluyorum. şimdi viski kola içicem, çünkü niye içmeyeyim ki yani. cansu da içmiyorsa içmesin abi. ne bileyim ben. bilemiyorum şu an. size öpücük yollamıyorum.